Futbol kitleleri peşinden sürükleyen ve dünyanın en popüler sporu. Bu spordaki en üst düzey turnuvalardan biri şu an yapılıyor. Geçtiğimiz yıl pandeminin ilk zamanları olması nedeniyle bu yıla ertelenen Euro 2020 tüm heyecanı ile devam ediyor. Çeyrek final maçlarının başlaması ile birlikte dünya bir kez daha futbola kilitlenecek. Öte yandan eve erken dönmek zorunda kalan ülkelerden biri de Türkiye’nin A Milli Futbol Takımı oldu.
Turnuvanın en merakla beklenen, belki de en sempatik görülen takımlarından biri A Milli Takım’dı. Genç kadrosu ve ‘Bizim Çocuklar’ mottosu ile turnuvaya giren Türkiye’den herkes başarı beklerken, turnuvaya katılan takımlar içerisinde en kötü sonuç Türkiye’ye ait oldu.
İşin buraya kadar olan kısmı sporun doğası. Sporun doğasında yenmek de yenilmek de mevcut. Turnuvadan henüz bir kaç ay önce Fransa gibi, Hollanda gibi üst düzey ülkeleri devirerek sempati kazanan Milli Takım’a yönelik eleştiriler yine sporun doğasında son derece normal karşılanan bir durum.
Fakat ‘bizim çocuklar’ gibi sempatik bir motto ile başlayıp işi büyük bir antipatiye çeviren ve yine gözden kaçan, belki de göz ardı edilen bir kavram yine karşımıza çıkıyor; “İletişim eksikliği”
İLETİŞİM BİR KEZ DAHA UNUTULDU
19. yüzyılda önem kazanmaya başlamış olan İletişim, günümüzde sosyal medya ve olanakların artması ile birlikte en önemli kavramlardan biri haline geldi. Fakat ülkemizde bir çok alanda olduğu gibi sporda da ‘doğru olmayan iletişim yöntemleri’ geri tepiyor. Bunun son örneğini Euro 2020’de yaşadık.
Genç, başarılı ve Avrupa’da kariyerinin başında olan sporculardan kurulu olması nedeniyle ‘sempatik ve sevecen’ olan A Milli Takım 3 maç içerisinde bütün bu algıyı yerle bir etti. Elbette sahaya konan oyunun ve yapılan yanlışların bunda payı büyük. Fakat aslan payı iletişim sorunlarında yatıyor.
Futbolda kazanmak, kaybetmek ve hatta sonuncu olmak var ve son derece normal. Fakat turnuvanın başından itibaren yaşanan kriz işin iletişim tarafında öyle yönetilemedi ki, üst üste yapılan iletişim hataları ‘Bizim Çocuklar’dan geriye ‘Prim Çocuklar’ gibi söylenmesi hoş dahi olmayan bir motto bıraktı.
Yapılan hataların ilki, reklamlarda, tanıtımlarda, turnuva öncesi röportajlarda görmeye alıştığımız milli takım futbolcularının üst üste gelen mağlubiyetlerde kameralar karşısına geçip sorumluluk almaması oldu. Yaşanan bu sessizlik kötü gidişattan herkesin gayet de memnun olduğu algısını yarattı. Özellikle kaybedilen maçlar sonrası bir kaç oyuncunun kameralar önüne atılması da iletişim noktasında yapılan hataların başını çekti. Oyuncuların vücut dillerinde gün geçtikçe yaşanan değişimler de algının değişmesinde etkili oldu.
‘BEN HESAP VERMEM’ TAVRI
Ve elbette iletişimi en başta doğru kurması gereken, takımın teknik patronu olduğu kadar medya ve iletişim yüzü olan Şenol Güneş söz konusu algıların tersine dönüşünde başrol oyuncusu oldu.
Şenol Güneş’in gerek turnuva bizim için sürerken, gerek bittikten sonra gösterdiği agresif tavır, seçtiği yanlış cümleler ve maalesef artık ülkemizde bir çok yerde alışmak zorunda kaldığımız ‘ben hesap vermem’ tavrı, A Milli Takım’ın turnuva öncesindeki sempatik algısını alaşağı etti.
NE YAPILABİLİRDİ?
Futbolun doğasında mağlubiyetler ve hezimetler sık görülen kavramlar. Dünyanın en iyi oyuncuları, takımları veya teknik direktörleri dönem dönem kötü zamanlar yaşayabilir.
Fakat toplumsal hastalığımız futbolda da kendisini gösteriyor. Her kötü anda sorumluluğu soyut-somut başkalarına yüklemek, sorumluluk kabul etmek yerine soru soranı hedef göstermek, kriz anlarında saklanıp, ortalık biraz durulduktan sonra ‘külhanbeyliği’ taslamak gibi yöntemler bugün değil, 1940’ların dünyasında doğru bir iletişim taktiği kabul edilebilir. Fakat günümüz dünyasında, hele ki genç nesillerde bu taktikler ters tepiyor.
Günümüz spor branşlarında başarısız olan kişiler dünyanın pek çok yerinde, hele ki iletişime değer verilen ülkelerde bu sorumluluğu gerekirse milyonların önünde kabul etmesini biliyor.
A Milli Takım, yaşanan bu yıkımın ardından medyaya daha doğru mesajlar vermeyi seçebilirdi. Örneğin futbolcular hep beraber medya önüne çıkıp, bu turnuvayı unutacaklarını, bir sonraki turnuva için hazır olacaklarını aktarabilirlerdi. Yine örneğin turnuvada federasyon tarafından verilen primlerin tamamının veya bir kısmının bir yardım kuruluşuna bağışlanması sağlanabilirdi.
Arkaik iletişim tekniklerinin artık günümüzde geçerliliğini yitirdiği aşikar. Bu yöntemlerin acilen bırakılması ve iletişimcilere daha çok kulak verilmesi gerekiyor.
SPOR EĞİTİMİNDE İLETİŞİMİN ÖNEMİ
Ülkemizde spor eğitiminin metodik yanlışları aşikar. Zaten ortaya çıkan sonuç hala spor eğitimi noktasında yaşadığımız sorunları ortaya çıkıyor.
Fakat bu turnuva bize göstermiştir ki, sorun sadece spor eğitimin metodik tarafında değil. A Milli Takım’ın bu jenerasyonu çoğunlukla son yıllarını yabancı ülkelerde geçirmiş futbolculardan kuruluyor.
Bu turnuvanın bize gösterdiği spor kültürü ve spor eğitiminde bu kültürün yerleşmesinde yaşadığımız eksikler. Turnuva öncesinde ve sırasında bazı kitlelerin sıradan bir futbol maçını ‘savaşa giden askerler’ kalıbına kadar götürmesi spor eğitiminde nerelerde olduğumuzun bir göstergesi.
Oysa unutulmaması gereken bir durum var. Spor eğitimin ilk dersi spor kültürü ve bu kültürün gerekliliklerini öğretmek olmalı. Bu kültürün bir numaralı gereksinimi ise doğru iletişim ve doğru yaklaşımı bilmektir. Sporu spor sınırlarında bırakmak, abartıya kaçmamak, başarısız sonuçlarında da krizi doğru yönetmenin bir numaralı kuralıdır.
Bu konuda pek çoğumuzun Basketbol yorumculuğu ile tanıdığımız spor yorumcusu Kaan Kural’a ait güzel bir sözü hatırlatmak gerek: “Spor çok değerlidir ama hiç önemli değildir.”